Paskalya Adası, dünyanın en ücra
bölgelerinden birisidir. Sadece 390 km2 bir alanı kaplayan bu
Pasifik adası, Güney Amerika’nın batı sahiline 3700 km, en yakın
yaşanabilir adaya 2300 km
uzaklıktadır.
Hollandalılar, adayı 1722 yılında ilk
batılılar olarak ziyaret ettiklerinde, kulübelerde ve mağaralarda yaşayan,
sürekli savaş halinde olan ve Ada’daki besin kaynaklarının yetersizliği
yüzünden umutsuzca yamyamlığa yönelen 3000 kişilik ilkel bir toplum buldular.
Avrupalı ziyaretçileri en fazla şaşırtan ve ilgilendiren olay ise, bütün bu
sefalet ve barbarlığın arasında, bir dönemin gösterişli ve gelişmiş bir
toplumuna ait, Ada’nın çeşitli yerlerinde yükseklikleri altı metreyi aşan 600′
den fazla yekpare taş anıt olmasıydı. Toplumsal açıdan gelişmiş ve teknolojik
açıdan karmaşık bir iş olan heykellerin yontulması, taşocaklarından başka
yerlere taşınması ve dikilmesinin bu ilkel toplum tarafından gerçekleştirilmiş
olması olanaksız görünüyordu.
Paskalya Adası’nın geçmişi, kayıp
uygarlıklarla ya da gizemli bilgilerle dolu bir tarih değildir. Bu tarih
insanın çevreye olan bağımlığını ve bu çevreyi düzeltilemeyecek biçimde
bozmasının sonuçlarını gösteren çarpıcı bir örnektir.
MS 5. yüzyılda adaya batıdan 20–30
Polinezyalı göçmen geldi. Adanın çok zengin olmayan bir bitki örtüsü vardı ve
hiç memeli hayvan yoktu. Evcil hayvanları tavuk ve Polinezya faresinden
ibaretti; temel ekinleri tatlı patatesti. Yeterli derecede besleyici olmasına
karşın tek düze seyreden bir beslenme biçiminin tek yararı, tatlı patates
ekiminin zor olmaması nedeniyle başka etkinliklere ayıracak zamanlarının
kalmasıydı. Temel toplumsal birimler geniş ailelerden oluşan, aralarında her
konuda rekabet olan klanlardı ve her klanın kendine ait tören alanları vardı.
Buralarda ahu denilen dev heykellerin
dikildiği atalara tapınma platformları vardı. Bu heykeller bir taş ocağında
yapılıyordu ve daha sonra adanın değişik yerlerindeki tören alanlarına, yük
hayvanları olmadığı için ağaç gövdeleri kızak olarak kullanılıp insan gücüyle
götürülmek zorundaydı. 1550 yılında ada nüfusu 7000 kişiyle doruk noktasına
ulaşmıştı. Zamanla klan sayıları artmış yüzlerce ahu ve 600’den fazla dev taş
heykel vardı. Sonra bu uygarlık birdenbire yıkıldı.

Taş ocağında yarım bırakılmış heykeller
kaldı. Bu yıkımın nedeni, Paskalya Adası’ndaki “gizemi” çözmenin anahtarı,
bütün adanın ormansızlaşmasının getirdiği çevresel bozulmaydı: Göçmenler adaya
ilk geldiğinde adada büyük ormanlar vardı. Nüfus arttıkça, tarım alanı açmak,
ısınma ve yemek pişirme, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı için malzeme
elde etmek ve balık avlayabilmek için tekne yapmak amacıyla ağaçlar kesilmeye
başlandı: En çok da kızak yapımı için kesiliyordu. 1600 yılında ada tamamen
çıplak kalmıştı. Heykel yapımı durdu. Ev yapılamadığı için mağaralarda yaşamaya
başladılar. Artık tekne yapamadıkları için balık avlayamıyorlardı ve uzun
yolculuklara çıkamıyorlardı. Erozyon topraklarını zayıflattığından yiyecek
üretiminde ciddi sıkıntı yaşıyorlardı. 7000 kişiyi beslemek olanaksız hale
geldi ve nüfus hızla azalmaya başladı. Dünyanın bu ücra köşesinde kapana
kısılan ada halkı azalan kaynaklar üzerindeki tartışmalar sonucu neredeyse
sürekli savaş halindeydi. Kölelik arttı ve alınabilecek protein miktarı
düştükçe yamyamlık yaygınlaştı. Savaşların temel amacı rakip klanın ahularını
yıkmaktı. 1830′larda neredeyse bu dev heykellerin tamamı yıkıldı.
Adaya gelen ziyaretçiler bu heykellerin
nasıl taşındığını sorduklarında adanın ilkel sakinleri, atalarının neler
yaptığını artık hatırlamıyordu; yalnızca, bu dev figürlerin adanın öteki
tarafından ‘yürüyerek’ geldiğini söyleyebildiler.
Dünyanın öteki bölgelerinden neredeyse
tamamen kopmuş olduklarını bilen Paskalya halkı, varlıklarının bu küçük adadaki
sınırlı kaynaklara bağlı olduğunu anlamış olmalıydı. Taşocağının yakınında
tamamlanmamış birçok heykel bulunması adada ne kadar ağaç kaldığının hiç
düşünülmediğini, artan nüfusun ve ada halkının kültürel hırslarının,
ellerindeki kaynaklardan çok güçlü olduğunu akla getirmektedir.
…
Dünyamızda var olan kaynaklar, gelişen toplum
düzeyimizi koruyacak ve ihtiyaçlarımızı karşılayacak sonsuzlukta değildir.
Paskalya Adası halkı, kısıtlı kaynaklarını tükettiğinde adeta adaya mahkûm
olmuş ve kaderinden kaçamamıştır. Bizim de yaşadığımız dünya dışında kaçacak
yerimiz yoktur. İnsan türü olarak varlığımızı sürdürdüğümüz bu dünyada,
elimizdeki kaynakları tüketmeyecek yaşam tarzını bulmak zorundayız. Aksi
takdirde Paskalya Adası halkının tarihi dünya toplumlarının tarihi olacaktır”.
Not: Adayı ilk kez Hollandalı kâşif Jacob Roggeven (1659–1729) 6 Nisan
1722’de bulur. Anılarında adayı: "Adada çırılçıplak yerliler ve sarkık
kulaklı sivri burunlu heykellerinden başka bir şey yoktu" diye tanımlar. Günümüzde adanın ihtişamlı
günlerinden geriye, sadece 600 kadar, bazıları yıkık volkanik heykeller ve 15
adet odun üzerine yazılmış ve hâlâ çözülememiş tablet yazılar kalmıştır.
Kaynak: Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi – Çevre ve
Uygarlıkların Çöküşü, Çeviren: Ayşe Başcı-Sander,Sabancı Üniversitesi Yayınevi,s.1-7, 2000.
Özgün Basım: A Green History of The World – The Environment and The Collapse of
Great Civilizations,Penguin Books, 1991.
(Açık Öğretim Fakültesi, Çevre Sorunları ve Politikaları kitabından alınmıştır, Resimler ayrıca eklenmiştir.)